22 Kasım 2012 Perşembe

SONSUZLUĞUNUZ


Sonsuzluğun tanımını hangi cengâver yapabilir acaba? Hangi özgüven sahibi insan çıkıp ben söyleyebilirim sizlere diyebilir? Ya da hangi insanın tüm işgüzarlığıyla açıklamaya çalıştığı sonsuzluk, bir kavram olmaktan çıkıp gerçek hayatta yerini bulabilir?

Beyin fırtınası yapalım gelin sizlerle…

Sonsuzluk bir inanış mıdır?

Sonsuzluk yaşamda bizi var eden duygularımız mıdır?

Sonsuzluk para mıdır?

Sonsuzluk düşüncelerimiz midir?

Sonsuzluk mahzenlere sakladığımız sırlarımız mıdır?

Sonsuzluk anılarımız, sonsuzluk çocukluğumuz mudur?

Sonsuzluk nedir?

Peki,

Hangi inanışa hayatınızın her anında sıkı sıkı sarılabildiniz? En mutlu anınızda inandıklarınız geldi mi aklınıza her zaman? Belki çoğu zaman zor anlarınızda kucakladınız onları…

Hangi duygunuz her daim yüreğinizde aynı sıcaklık ya da soğuklukla barınabildi?

Hangi para sağlığın yerini alabildi?

Hangi düşünceniz her çağa ayak uydurabildi?

Hangi sırrınız mahzeninden çıkıp kulaklara aşina, dillere pelesenk olmadı?

Hangi anınız yaşandığı zamanki kadar sevinç çığlıkları attırabildi ya da acıtabildi?

Hangi çocukluk büyümek için çaba sarf etmedi?

Tüm bunlara rağmen, yine de sonsuzluğun olduğuna inanmak ister insanoğlu… Hatta kendisinin, sevdiklerinin de sonsuz olacağına…

Bu yüzden şairin de dediği gibi, çok sahiplenmeden yaşayacaksın hayatı… 

Her şeyin bir sonunun olduğunu bilincin biraz ötesine gizleyip sonsuzluğun sana göz kırptığına inanmış gibi yaparak yaşayacaksın belki de…

14 Kasım 2012 Çarşamba

İSYAN ZAMANLARINDA...


İsyan zamanlarım oldu benim. Tıpkı sizlerin de olduğu gibi... Kime, neye isyan ettiğimi bilmeden hıçkıra hıçkıra ağladığım zamanlar... Ağız dolusu küfrettiğim, tırnaklarımı avuçlarıma gömdüğüm, bir günah keçisi ilan edip onu duvardan duvara vurduğum zamanlar...
En acımasız, en kızgın, en ağlamaklı, en çaresiz, en bencil zamanlar... Ardından hayatındaki her şeyi iyileştirme çabasına giriştiğin zamanlar...
İşte o zamanlarda tüm ertelediklerinin bedeli çıkar bir bir önüne... Geç kalmışlıklarına yanar durursun...
Günahkar ruhun affettirmeye çalışır sonra sana kendini... Bakar ki çok eksik kaldın her şeye, bari uçurumun kenarına attığım benliği kurtarayım der kendi kendine....

Topal bıraktığı tüm değerlerine koltuk değnekleri verir...  "Hadi." der, "Yarınlara bıraktığım her şeyi bugüne taşımamız lazım..."

Umut serzenişte bulunur ilk... Ardından güven, sonra mutluluk, sonra sevgi, sonra...
Artık dilediğimizce koşamayız, sana yetişemeyiz... İstediğimiz bir tepeye çıkıp da kendimizi özgürlüğe bırakamayız...
Yıldızlarla seksek, güneşle körebe oynayamayız...
Yani anlayacağın artık senin kanatlarına rüzgar olamayız...

Bu yanıt karşısında hanginiz dönüp gitmediniz? Hanginiz olmuşla ölmüşe çare yok deyip tekrar boşvermişliklerinize sarılıp ısınmaya çalışmadınız?

Üşüyen ruhu ne yapsanız savrukluklarla ısıtamazsınız...
Isıtamayız...
Isıtamam...

19 Ekim 2012 Cuma

KİM BİLİR, BELKİ...


Son boş vermişliğini gördü aynadaki siluetinde… Son “Aman be unut gitsin.” diyen dudaklarını… Çaresizce durduramadığı gözyaşlarını… Gözlerindeki ahlaksız, yalancı umursamazlığı… Son kez…

Hâlbuki ne kadar sakindi gökyüzü, elleri hatta yüreği… Sessizliği fırsat bilip kalp atışlarına kulak vermek istedi bir an. Hani uzun zaman önce dinlemeyi bıraktığı, hayatındaki arbedelerden suskun bıraktığı yüreği… O da tasını tarağını toplamıştı işte tıpkı hayatındaki diğerleri gibi… Geride ne çoklarını bırakmıştı, ne çoklarını unutmuş, ne çoklarına yol vermişti, ne çoklarını çıkmaz sokaklara sokmuştu, ne çoklarına duvar örmüştü, ne çoklarını güneşsiz bırakmıştı.

Hâlbuki ekmeğiydi, aşıydı, ışığıydı, merhemiydi onlar…

Yarasına sarılmayı seçti… Kan, revan içinde kalmayı reva gördü kendine… Yüreğini bile susturması bundandı… Irakları yuvası bildi… Gözbebeği bile uzaktı ona… Şimdi aynada gördüğünün kim olduğunu anlamaya, onu tanımaya çalışıyordu… Yarası kanamıyordu artık… İyileştirme ümidi kalmamıştı… Kangren olmuş, kesip atmıştı… Şimdi ne olacaktı? Aynadaki kendisi bile yabancıyken ona,  uzak durmak isterken ondan, hayatındaki boşlukları nasıl dolduracaktı? Geride bıraktıklarına sesini nasıl duyuracaktı? İnsana dair duyguları bile yok saymıştı… Ne çirkin kalmıştı onlarsız… İnsanı insan yapan değerleri küçük görmeyi ne kötü yakıştırmıştı kendine… Tanıdığı tek duygu hasretti… Diğerlerini itmişti elinin tersiyle… Onlara nasıl affettirecekti kendini?  Belki bir çocuğun gözlerinde bulacakları güveni, belki yaşlı bir çiftin buluşan ellerinde bulacaktı vefayı, belki bir annenin göğsünde bulacaktı şefkati, belki umarsızca kanat çırpan bir kuşta bulacaktı özgürlüğü, belki bir idam mahkûmunun son isteğinde bulacaktı umudu, belki çakan bir şimşekte bulacaktı korkuyu, belki gökkuşağında bulacaktı mutluluğu… 
Kim bilir, belki… Belki bir gün olsun şafak onun için sökecekti, belki yıldızlar onun için parlayacak, yağmur onun için yağacaktı… 
Kim bilir… 
Belki…

1 Ekim 2012 Pazartesi

OYUNBAZ


Birbirinden destek alarak yürüyebilen yaşlı bir çiftin, kışlık yiyecek yapmalarındaki umut gibiydi hayatla aramdaki…

Kaçamak dövüşler, sahte serzenişler…

Sık sık oyunlar oynardı benimle… En sevdiği oyun da “Tutmasaydım düşecektin.” olurdu. En sonunda çatardım kaşlarımı, büzerdim titreyen dudaklarımı… “Düşseydim.” Derdim. “Düşseydim ya yeter artık!” “Vursaydın en dibe!”

Sonra çapraz sorguya maruz kalırdım… Sonunda itiraf ederdim gerçeği…

Yok, düşmeyi göze alamazdım… Belki bir şımarıklıktı geçmiş günlerden alışkanlık kalan, belki blöftü tüm hınzırlığımla dudaklarıma takılan…

Ardından tüm umut ettiklerimden kaçışım başlardı…

Yeni oyunumuzun adı belli… “Yakalamaç.”

Ebelenmekten çok korkardım… İşin ilginç tarafı rüzgâr bile ters yönden eserdi bedenime… Tüm gücümle koşardım…

Ama…

Hayatla aramdaki hangi oyundan galip çıkmıştım ki!

Sonra sessiz bir kabulleniş… Tam anlamıyla öğrenilmiş çaresizlik… En ıssız kuytuya çekilip acımasız bekleyiş…  Sonunda tüm oyunlarda fasulye haline istekli geçiş…

24 Ağustos 2012 Cuma

TEŞEKKÜRLER…



Yürek neydi? Ne işe yarardı? İnsan hangi zamanlarda içinden söküp atmak isterdi onu? Bir ateş parçasını içine alıp da bırakmadığı zamanlarda niye hâkimiyet kurardı bedende? İnsan ne zaman yollarını ayırabilirdi en büyük çıkmazlara sürükleyen o bir avuç etten?
O gün verdin bana bu soruların yanıtını çocuk! İçimi eze eze verdin… “Dur bakalım.” dedin… “Yürek ne işe yarar?” öğren bakalım dedin el kadar bedeninle… Öğrettin bana çocuk! O anda söküp atmak istedim yüreğimi sol yanımdan… Ateş yumağını uzak tutmak istedim bedenimden… Olmadı… Sen bir candın ruhumda… Canımdan candın bana… İki yanımı da yaktın… Ama hala bir şeyler öğretmen gerektiğinin farkındaydın… “O yürek sana lazım, hadi bakalım yüreği ortaya koyma vakti” dedin…
Yine de yürekli davrandın… Neyi ima ettiğini anlayamadan sımsıkı tuttun ya işaret parmağımı o an kendime çevirdim tüm nişanları… Ayağa kalk ve savaş dedim… Yüreği söküp atma zamanı değil, onun yüreğine ulaşabilme zamanı…
Ömrüm boyunca öğrenemeyeceğim şeyleri öğrettin bana… Yürekli olmayı… Dimdik durup mücadele etmeyi… Pes etmemeyi… Küçücük bedeninde sakladığın o büyük yüreğe hayranlıkla bakabilmeyi öğrettin…
Öğrendim ve sessizce fısıldadım sana:
Dünyaya gözlerini açtığın o an kâinattaki en büyük zenginliği bıraktın avuçlarıma…
Teşekkürler çocuk!

31 Temmuz 2012 Salı

KALABALIKLAR


Sokakların zalimliğine göz ucuyla baktı… Gözlerini dört açmaya cesareti yoktu belki de… Yalnızlığından irkildi bir an… Hâlbuki ne de kalabalıktı çevresi… Kimsesi yok sözünü asla kabul etmezdi, "kendi başımayım ben" derdi… Korkardı çoğu zaman kimsesizliğinden… Tanıdık bir çift göz çok muydu ona? Öğrenemedi bunu hiçbir zaman, karanlığına gömüldü, kaldı… Küreği eline alıp kendi attı üzerine toprakları… Bir ince ışık sızıntısına bile tahammülü yoktu… Attı, attı, attı… Yetmedi… Avuçlarından dökülen kanlara aldırmadan toprağı avuçladı… Daha da gömülmeliydi karanlıklara… Zifiri karanlıklardı onun mabedi… İşte orada kendini buluyordu… O zamanlar sadece “o” oluyordu… Gözleri kamaşıyordu ışıklarda, kulakları yalancı kahkahalar duyuyordu, bir anlık haz uğruna dokunuyorlardı tenine, gözlerine değen tek bir bakış bile yoktu, korkuyordu kalabalıklar samimi bir histen… Görünmez duvarlar çevriliydi insanların çevresinde… Çıkarları için yıkıyorlardı duvarlarını sadece… Yara bere içinde kalmıştı her yeri… Duvarlara çarpmaya dayanamaz olmuştu narin kalbi… Koşmak istedi gönlünce, gökkuşağının her rengine dokunmak, bulutlara sarılmak, güneşe dilediğince bakmak… Olmadı, yapamadı… Kalabalıkların kuralları vardı… Kuralları sindiremedi, iyi ki varlar deyip yalancı gülümse konduramadı çehresine… Kaybolmayı denedi… Bu hiç zor olmadı… Kimsenin kimseyi fark ettiği yoktu zaten… Sıkıntılar, acılar, üzüntüler görünmezdi burada… Birileri kendisiyle paylaşır, omuzlarındaki yükü hafifletmek ister, güvenebileceği bir omuz arar diye korkar olmuştu kalabalıklar… En iyisi görünmez yapmaktı onları… Bu gizli anlaşmaya herkes uymuştu da o içindeki o sese kabullendiremedi bunu… En iyisi dedi, en iyisi kendi başıma kalmak… Aman ha kimsesiz kalmak değil, kendi başına kalmak… 
Hala korkuyordu sıcaklığını hissedemediği bir tenin olmadığı gerçeğinden…

17 Temmuz 2012 Salı

BİZE...



           Kızla erkeğin gözleri kavuştu ilk… Birbirlerine her şeyi anlattıkları gözleri… Hiçbir şey söylemelerine gerek yoktu… Bir bakıştı özgürce birbirlerine kanat çırpmalarını sağlayan… Çok küçüklerdi yüreklerine tarifi imkânsız duygular yüklendiğinde… Ürkeklerdi… Hiç gizlemediler birbirlerinden… Acemice sevmek bu olsa gerekti... Anne sütü gibi saftı sevgileri… Hiç kirletmeyeceklerini o zaman bile bellemişlerdi…
            Küçük bir sahildi ellerinin buluşma yeri… Öyle masumdular ki parmakları bile yanlış oturmuştu sanki… Tek yanlışları da bu oldu gerçi…
             Birlikte büyümenin heyecanlarını yaşadılar… Geriye dönüp baktıklarında birbirlerinin yaşamında nelere şahit olmadılar ki… Hayatlarındaki her gidişi ve gelişi saygıyla karşıladılar… Çok sevdiler birbirlerini…           
Delice tutkun oldular… Varlıklarını sevdiğinin hayatına güzellikler katmaya adadılar… Her zorluğa göğüs gerdiler… 


              Birbirlerine toylukla uzanan elleri kelepçelendi…
              Aynı yöne bakmayı birbirlerinde sevmişlerdi… 


10 Temmuz 2012 Salı

ALABORA


       Tüm hayal kırıklıklarıyla ayaklarının dibine baktı kız… Gitmesi gerektiğini anlamıştı… Hayallerinin kırıntılarına basa basa çıktı gitti… Onun yollarına serdiği tüm gülleri almak istedi bir an, dikenlerin parmaklarına batmasına hiç şaşırmadı… Hep böyle olmamış mıydı?
       Tüm yalancılığıyla derin bir oh çekti. “Bitti artık.” dedi... “Bitti…” Hâlbuki duymak isteyen olsaydı eğer, gemilerinin acı çığlıkları kopuyordu en çok “benim” dediği limandan ayrılırken… Birileri duysaydı eğer, belki bir an demir atardı kangren olmuş hayallerine… Duymadılar… Duymadı…  
      Bakışları hala ondaydı, bir an dahi büyüseydi sevdiğinin göz bebekleri, “Evet işte, bensiz kaldığından tüm ışıkları söndü, karanlıklar sarmaladı şimdiden onu.” diye o anda tornistan ederdi gemilerini ama ona alabora etmek düşmüştü geleceğini…

27 Haziran 2012 Çarşamba

DİLİ LAL, KALEMİ BÜLBÜL...


Mavilikler görmüştü gözlerinde… Derinlerinde kaybolduğu mavilikler… 
Yüreğindeki heyecanların rengine boyadığı uçurtması takılmıştı kirpiklerine...
            Söyleyeceği sözler dudaklarında son bulmuştu…
            Aksardı ayağının biri… Hiç takılmadı aksaklığına… Yürümesi yavaştı çoğundan ama hayalleri uçardı durmadan… Bazen yüreği ağır gelirdi beynine… Yetişemezdi hiçbir mantık silsilesi onun haddini bilmezliklerine… Bazen Kaf Dağına çıkardı, bazen okyanusların en dibine akardı… Kimse bilmezdi onun seyyahlığını… Herkesin yanındaymış gibi davrandı çoğu eksik zamanlarda; oysa o kimsenin yanında olamadığının farkındaydı bu anlarda…
           Dili laldı, kalemi bülbül… Ya çizerdi ya yazar…
           Her koşulda kalemiydi onun yürümesini, koşmasını, şakımasını sağlayan...

20 Haziran 2012 Çarşamba

NEFES ALIP DA VEREMEMEK…


Evet, işte o an gelmişti, kelle koltukta savaşma zamanı. Neydi onun kellesini koltuğuna aldırtan? Neydi geç kalmışlıklarına öfke duydurtan?
Geçen bunca zamana hayal kırıklıkları içinde baktı. Zordu böylesi bir hayatta nefes alıp da verememek. İçinde biriktirmişti her şeyi. Neden biriktirmişti? Anahtarını eskilerin kadınları misali sutyeninde sakladı gizli kalmışlıklarının. Kimse görmesin, kimse ulaşamasın istedi. Kimse de görmedi gerçekten. Peki, şimdi ne olmuştu? Neden çırılçıplak kalmıştı. Neden tüm sakladıklarını bir anda ortaya döküvermişti. Çok mu ağır geliyordu ya da sıkılmış mıydı bu saklambaçtan? Gördü belki de birileri, ebeledi hiç vakit kaybetmeden. Ebelendikten sonra zafer çığlıkları attı belki de. Fark edilmişti sonunda. Gözlerinden akan yaşları tanımlayamadı herhalde, neydi o süzülenler, yaş mıydı? İlk defa ağlıyordu, ağlamanın ne demek olduğunu o gün anlayabilmişti, ilk defa duygularını hissediyordu. Çünkü ilk defa çıkarmıştı o saklı kutudan biriktirdiği duygularını… Böyle olmalıydı. Yoksa niye çıkmış olmalıydı ki sığınağından, niye açmış olmalıydı en gizli bahçesini yabanlara? Elini, eteğini çekmişken hayattan, hiç incinmemişken, etliye sütlüye karışmadan yaşarken niye koymuştu artık taşın altına elini? Sığınağında zincirlediği duyguları mı kırmıştı kelepçelerini? Yoksa ne halim varsa göreyim mi demişti?
Biliyordu artık, zordu bu hayatta nefes alıp da verememek…

6 Haziran 2012 Çarşamba

KELİMELER


Başkalarının kelimeleri, bizim kelimelerimiz, benim kelimelerim… Bazen çok sahiplendiğimiz, bazen yabancıymış gibi uzaktan, göz ucuyla baktığımız, bazen de nefret beslediğimiz kelimeler…
Çok hoyratça kullandı insanoğlu onu… Kendi yalnızlığını gizledi onunla, kendi zalimliğine maşa, kendi bencilliğine duvar yaptı, kendi egolarına sürükledi, kanayan yüreğine ilaç olsun, umutsuzluğuna ışık yaksın istedi… Sormadı ona! İnsanoğlunun bitirilmemiş cümlelerinde yer almayı ister miydi acaba? Bitirilmemiş duygularına kalkan olmayı hayal etmiş miydi?  Her daim sürüncemelerde piyon olmayı tercih eder miydi?
Öyle kirlettik ki onu, sevgileri ifade etmede yetersiz bıraktık… İnandırıcılığını yok ettik… En derin duyguları ifade ederken bile bir bakışa, bir dokunuşa ihtiyaç duyduk… Kelimelerimiz güçsüzdü artık çünkü… Yalnızlığımızın, zalimliğimizin, egolarımızın, benciliğimizin, umutsuzluğumuzun ayrılmaz parçası haline getirdik onu…
Büyük ve güzel şeylerin yokluğuyla perçinledik bedenini… Hiç acımadan, bozuk para misali harcadık tüm benliğini...

7 Mayıs 2012 Pazartesi

ÇOCUK


Bir çocuk düşünün… Yeşilliğin içinde bembeyaz kıyafetiyle durmadan koşuyor. Bir süre sonra aniden duruyor, nefes nefese kalmış çünkü…  Gökyüzüne bakıyor, gözlerinin maviliği ile gökyüzü buluşuyor. Güneşin sapsarı ışığı “Ben de buradayım.” diye çığlıklar atıyor… Gözleri kamaşıyor, bir an kapatıyor gözlerini ve durmadan dönüyor. Yüzünde tarifi imkânsız bir mutluluk var, nedenini sormak anlamsız; çünkü o ÇOCUK! Ardına kadar açık yüreğinin kapısı… Henüz büyümedi, kapısını kapatmadı. Kirlenmedi elleri, yüreği... Kirletilmek zorunda bırakılmadı henüz… Şanslı zamanları yani… Herkes iyi şu anda onun için, herkes güvenilebilir, herkes onu seviyor, o da herkesi seviyor… Toplumun ağır değer yargıları sarıp sarmalamadı onu ya da farkında değil… Omuzlarında taşıyamayacağı yükler yok. Tüm mutluluklar onun, tüm neşeler onunla… En büyük kahkahalar ona ait… Gözlerinin sevinci alev alev… Kalbinin atışı hep hızlı…
Peki, siz ne zaman büyüdünüz? Ne zaman büyümek zorunda bırakıldınız? Ne zaman kirlendi ilk defa yüreğiniz? Ne zaman toplumun ağır değer yargılarının altında ezildiniz? Ne zaman insanlığa dair tüm güveninizi ve sevginizi yitirdiniz? Ne zaman neşeniz kursağınızda kaldı? Ne zaman kahkahanız yerini samimiyetsiz bir gülümsemeye bıraktı? Ne zaman kendi çocukluğunuza uzaktan baktınız? Ne zaman arkanızı döndünüz ona? Ne zaman onun “Hep yanında kalayım, hiç sesimi çıkarmam, istediğin zaman ortaya çıkarım!” yakarmalarına kulaklarınızı tıkadınız?
Peki, çağırsanız gelir mi? Dön, böyle olmuyor… Hep yanımda kal deseniz kulak asar mı dediklerinize?
Her şeye rağmen denemekte fayda var diyorum… Onun yokluğundaki kaybedişlerimizin yanında bir kum tanesi kalmaz mı bunun için çaba sarf etmek? Unutmayın, hayallerimiz onun cebinde kaldı, neşemiz onun gözlerinde, temizliğimiz onun yüreğinde… Hala şansımız var… Hala onu çağırabilecek kadar temiz bir tarafımız olmalı…
 “Mutluluk, farkında olmadan açık bıraktığımız kapıdan gelir.” (BARRYMORE)
O kapıdan giren çocukluğunuza kucak açın…

26 Nisan 2012 Perşembe

BEN HAYALLERİMİN İÇİNDEYİM!


            Okumaya henüz fırsat bulamadığım; fakat ilk bakışta ilgimi çeken bir kitabın adıyla başlamak istiyorum yazıma… “Hayallerini Yorganına Göre Uzat”
            Hepimizin bildiği bir atasözüne gönderme yapılmış, oradaki maddi anlam taşıyan tasarrufu, hayatımızın en vazgeçilmez, yaşam kaynağımız olan (en azından benim için öyle) hayallerimize yansıtmış. Hayallerimiz… Bazen uykumuzdan önce, bazen balık istifi gittiğimiz otobüs yolculuğunda, bazen rehavetine düştüğümüz yemeklerin sonrasında, bazen günün yorgunluğunu atmak için girdiğimiz sıcacık suyun altında, bazen en mutsuz anımızda, bazen duymak ya da görmek istemediklerimiz arasında, bazen yüreğimize saplanan kırıklıkların ortasında, bazen doğan ya da batan güneşte, bazen yağmur sonrası çıkan gökkuşağının alışılmadık bir renginde… Hayallerimiz oynar yaşamımızın baş rolünü… O sırada bir bakan olsa gözlerimizin ateşine, “Hadi!” der, “Hadi, kalk ve hızla koş hayallerine hem de bir maratonda koşar gibi koş, bitiş çizgisine bir adım sonra ulaşacak gibi koş, arkandan kimse itemeyecek, kimse sana çelme takamayacak kadar hızlı koş, bitiş çizgisinde, 'Asla başaramayacak!' diyenlere inatla bakmak için koş, ‘İşte, bana inanmayanlar, bıyık altından gülenler! Görün, bakın hayallerim avuçlarımın içinde, ben hayallerimin içindeyim!’ demek için koş!”

17 Nisan 2012 Salı

NİÇİN VARIM?


Her insanın mutlaka dünya üzerinde bir varlık sebebi vardır diye düşünüyorum. Tam bugün de bunu sorgulayasım geldi benim… Dünyaya merhaba dediğim gün olması nedeniyle miydi acaba?
Niçin varım? 25 yaşıma girdiğim bugünde sorgulamam ve en dürüst halimle yanıtlamam gerekenleri biriktirdim… “Pelin” kimdi? Bu hayatta kaç tane misyonu, kaç tane rolü vardı? Peki, “Pelin” hangisiydi? Öğrenci Pelin, öğretmen Pelin, eş Pelin, çocuk Pelin, kardeş Pelin, arkadaş Pelin, uzak Pelin, yakın Pelin… Daha da uzatabilir miydim? “Tabiiki.” Diyor içimdeki ses… O hangi Pelin acaba?
 Bunların hangisi gerçek, hangisi sahte, hangisi samimi, hangisi taklit? Hangisi “ben”? Acaba hiçbiri mi? Ben hangisi olmak istiyorum? Hangisi bana giydirilmiş, hangisini ben giymişim? Yeni benler yaratmış mıyım? Yoksa önüme sunulanlardan seçmemi yapmışım? Önüme sunulanlar da bir dayatma değil midir? Seçmiş gibi görünmek sadece beni mi rahatlatır? Hayatıma hâkimim demek sadece aptalca bir inanış mıdır? Bütün hayatlar böyle midir? Toplumdaki, çevremizdeki, ailemizdeki, aynadaki rolümüz kendi isteklerimiz ve kendi sınırlarımızla mı belirlenmiştir?
Hangisi bizim savunma mekanizmamızdır? Hangisi en duygusal halimiz, hangisi en kurnaz yanımız? Hangisi daha kolay ihanet edebilir? Hangisi asla yalan söyleyemez? Biz miydik bunlara karar veren, yoksa karşımızdaki miydi bunları belirleyen?
Ben, hangi Pelin ile gözlerimi yumacağım hayata… Hangi Pelin misyonlarını tamamlamış, hangisi yarım bırakmış ya da hangi Pelin hiç el değdirmemiş olacak yapabileceklerine?
Hangisi daha çok pişmanlık duyacak yaptıklarına ve yapamadıklarına? Hangisi gururla bakacak ardından akıp gitmiş yıllara? Hangisi deve kuşu misali kaldıramayacağı yüklerden korkup sokacak kafasını toprağa? Hangisi iyi ki var olmuşum diyecek? Hangisi çevremdeki insanların yaşamında sıcak bir rengim diye böbürlenecek?
Hangi Pelin ebedi kalacak insanların yüreğinde… Hangi Pelin unutulmayacak, kazınacak, işlenecek, nakışlanacak? Hangi Pelin başka bir dünyadan el sallayacak gülen gözleriyle sevdiklerine?
Peki, hangi Pelin yanıt verecek en dürüst haliyle o meçhul suale?

17 Mart 2012 Cumartesi

AFORİZMALAR


       Sözlerime Kafka'yı anlatarak başlamanın gereksizliğini hissettim birden. Sanırım onu anlamaya başlamanın -anlamanın diyemiyorum ne yazık ki- en temel yolunun onun kitaplarını okumaktan geçtiğini fark ettim. "Aforizmalar" kitabı, kitabın adıyla da özdeş şekilde geçmişe, bugüne ve geleceğe genellemeler yoluyla ulaşarak akıllara kazınıp üzerinde kafa yormayı gerektiren bir kitap. Ayrıca farklı bakış açıları yaratarak bir olaya ya da duruma farklı maskeler giydiren veya maskeleri beklemediğiniz bir çarpıcılıkla çıkartıp attıran anlam yüklü cümlelerdir. Bir aforizmayı okurken aniden kitabı kapatıp üzerinde saatlerce, günlerce düşünerek alt anlamları çözmeye çalışırken bulabilirsiniz kendinizi. Alt anlamlar üzerine sayfalarca yazabilir, günlerce konuşabilirsiniz.
Geçmişin, bugünün ve geleceğin karamsar betimlemesini, beklemediğiniz anda gelecek olan bir umut ışığıyla perçinlemek isteyenlere tavsiyemdir...

13 Mart 2012 Salı

NEDEN?


        Yine birikmişti bir şeyler içinde… “Neydi birikenler?” diye düşündü, sordu kendine… Yazmaya duyduğu ihtiyaç mıydı yoksa derinlerinde birikenleri dışarı atma hissi miydi yaşadığı? Gün içinde uzun dakikaları yoktu yazmak için… Parmakları, aklı ve yüreği aynı anda hareket etmeliydi, birlik oluşturmalıydılar. Hemen boş bir sayfa aldı kendine, aklına ilk gelen “yokluk” kelimesiydi. Düşündü kendi kendine. Neden “yokluk”? Neden “varlık” değil? Neden "eksiklik"? Neden? Neden? Neden? Sonra ağzına damlattığı birkaç limon suyundan sonra ekşittiği suratı gibi ekşidi yüreği. Neden hep hep olmazı, yokluğu, eksikliği konu ederdi ki yazılarında? Neden kalemi eline aldığı parmakları hüzne koşardı son hızla? Mutsuz muydu? Hayır! Mutluydu kendince. Mutlu olduğuna inanıyordu. Küçüklüğünde bile hüzünlü günlerinde eline alırdı günlüğünü. Merhaba sevgili günlük; Bugün çok mutsuzum, hüzünlüyüm, kırgınım gibi gibi…  Neden? Sordu, sordu, yanıt alamadı…
       Yanıtını aldığı gün olacaktı belki de yazmaktan vazgeçişi…

5 Mart 2012 Pazartesi

AKLA GELDİKÇE...

  • Birini -tüm çabalara rağmen- tam anlamıyla mutlu etmenin mümkün olmadığını anladığı gündü bencilliğe dört elle sarılışı...




  • İnsanı insana kırdıran, dünyanın merkezini kendisi sandıran duygulara kimsenin kapılmaması dileğiyle...




  • Hayatın tam ortasında durup silikleşmeye çalışanlar...




  • Hayallerimin peşinde koşuyorum elimde uçurtmamla... Ağaç dalına takılmasın diye gözüm hep onda...




  • Ya "hiç"sindir onun hayatında ya da her daim acısını unutmak için kullandığı bir köle veya sensiz olamayacak kadar divane...




  • Alışamadım bir türlü sığlara, benim yerim derinlerdedir.




  • Yıllar taşa uzaktan bakan insanları sadece yaşlandırır. Taşın altına elini koyan insanları ise tecrübelendirir.

24 Şubat 2012 Cuma

YABANCILAŞMA


Yabancılaşıyoruz…
Yıllardır gördüğünüz gözler, sanki fırsat kollar derinliklerindeki yabancıyı ortaya çıkarmak için… Fırsatını bulduğu ilk anda diker seveninin gözlerine tüm hançerlerini… Sevenin içini acıtan uzlaşamadığı konu değildir, o hançerlerin gözlerinden girip yüreğine nişan almasıdır. Sonra bir dönüm noktası gibi her şey yabancılaşır insana. En iyi bildiğim dediklerine dair yaşadığı hayal kırıklıkları neden olmuştur buna. Evine adım atar yer yabancılaşır, musluğuna uzanır su yabancılaşır, yatağına uzanır uyku yabancılaşır, nefes alır hava yabancılaşır, tabağına koyduğu aşı yabancılaşır, aynaya bakar kendisi yabancılaşır…  Her gün selam verdiği yüzler, gözünden sakındığı vatanı yabancılaşır; kaldırımı, sokağı, taşı, toprağı, kuşu, çiçeği hiç beklemeden yabancılaşır…

Sonra “mış” gibi yaşam başlar… Sahtelikler alır bir zamanların en büyük samimiyetini… Yürekten gelip dudakta biten sevgi sözcükleri, yüreğe uğramadan dudakta alır yerini… Nasırlaşır yürekler… Nasırlaşır gözler… Nasırlaşır eller… Gerçekten hissetmeden yaşanır her şey… Herkes bilir herkesin sahteliğini; ama herkesten kimse çıkıp da haykırmaz bu acı gerçeği…
Sessiz çığlıklar atmaktan yorulan var mı içinizde, ey her şeyi görüp de susan geleceğin katilleri…

16 Şubat 2012 Perşembe

YENİ VE GEÇ KEŞFİM YEKTA KOPAN KİTAPLARI








      Öncelikle yazımın başlığına dikkat çekmek istiyorum. Yakın çevremden sıklıkla duyduğum isimdi Yekta Kopan. Yaklaşık olarak son 10 günde tanıştım bu lezzetli eserlerle. Lezzetli diyorum; çünkü en sevdiğiniz tatlının ardından ağzınızda kalan tadı yok etmemek için su bile içmeyiz ya işte Yekta Kopan kitaplarını okuduktan sonra da aynı hissle donandım.
      Kısa öykülerden oluşan kitaplar büyük titizlikle yazılmış. "İnsan"ın anlatıldığı kitaplar.
Öykülerde hayattan kareler bir fotoğraf gerçekliğiyle yansıtılmamış. Yazar, mutlaka kendi hayal gücünü yalın anlatımıyla birleştirerek çoğu zaman düşünsel ögeleri okuyucunun yaratıcılığına bırakmış.
      Ahengli anlatımdan hoşlanan tüm kitap severlere tavsiyemdir.





29 Ocak 2012 Pazar

"DÖRT ANLAŞMA" KİTABI

      




          "Dört Anlaşma" adlı kitabı çok değer verdiğim, eğitim alanındaki yetkinliğini kanıtlanmış, insan ilişkilerinde eşi bulunmaz birinden yakın zamanda duydum. Ruhsal iyileşmenin öncelikli koşulunun bu kitap olduğunu söyledi. Eczanelerde ilaç arar gibi hemen bu kitabı kitapçılarda aradım. Kişisel gelişim kitaplarını çok fazla okumuş; ama çok da faydasını görememiş biri olarak bu kitaba da biraz şüpheyle yaklaştım. Henüz ilk sayfasında şüphelerimin yersiz olduğunu anladım. Kitapta "Toltek Bilgeliği"ne dair açıklamalar yapılmış. Bu öğretinin öncelikle bir din, felsefe ya da ideoloji olmadığından, Toltek Bilgeliği'nin bir yaşam sanatı olduğundan bahsedilmiş. Genellikle okur olarak kitapların "sunuş" bölümünü atlarız; fakat size önerim bu kitapta bunu yapmayın.
Kitabın bir bölümünde bulunduğumuz çağın, bu bilgeliğe geri dönmemiz gereken bir çağ olduğundan bahsediyor.
         Peki biz nasıl bir çağda yaşıyoruz?
İnsanların daha çocukken belli anlaşmalar yaptığı, anlaşmalara zorlandırıldığı, toplumdaki sınırların belli olduğu, kişisel olarak çevremizdeki çoğu insanın her daim olumsuz enerji yaydığı, bu enerjiye bizi de sürüklediği, sahip oldukları işleri hemen yapıp bitirme çabası güttüğü, en iyisini yapma çabasının günün stresi içinde kaybolduğu, sevgisizliğin hüküm sürdüğü, şükran ve güven gibi erdemlerin gözden ırak olduğu... bir çağda yaşıyoruz. Boşlukları çoğunuzun çok da kafa yormadan doldurabildiğinizi duyuyor gibiyim.
        Size tavsiyem ivedilikle bu kitabı almanız, özümseyerek okumanız ve hayatınızın geri kalanını sevgiyle yaşamınızdır...




25 Ocak 2012 Çarşamba

MÜREKKEP




Seninle ellerimize aynı kalemleri ve aynı çizgisiz sayfaları tutuşturmuşlardı. Biz aynı yolun yolcusu gibi görünen; fakat kalemlerine farklı mürekkepler dolduranlardık. Elimizin altında aynı kâğıtlar olsa da sen eline bir cetvel alıp çizmiştin bile çoktan satırlarını. Bense yine dümdüz yazamayacağımı bile bile maceraya atmıştım senden farklı renklere bürünmüş altıncı parmağımı…
Sayfanın sonu geldiğinde sen dümdüz yazmış olmanın, ben de maceramın sonuna varmanın haklı gururuna bürünmüştük…
Farklı mürekkeplerle…


 
(Yekta Kopan etkisiyle...)

Uyanmak mümkün mü?

       Çok şey yapabileceğini bilip aza tamah etmek, hayata gözlerini yumduktan sonra senden kalanlara verebileceğin en güzel emanetin avuçlarının içinde olduğunu bilip de kımıldamamak, hayatın boşvermişliğine dört nala koşar gibi ayak uydurmak, işte bunları bilip de çölün ortasında bir testiyle verilen buz gibi suya arkanı dönüp gitmek... Hayatta silikleşmek adına her şeyi yapmak, aynalardan uzak durmak, kendini unutmak, sıradan hayata balıklama atlamak, insanların düşüncesini her daim kendi düşüncenden büyük sayıp bir bayram harçlığı bile alamadan her buluşmada elini öpmek...


     "Yaşam, ödenecek kısa süreli bir borçtur, uyan!" (Binbir Gece Masalları)