19 Ekim 2012 Cuma

KİM BİLİR, BELKİ...


Son boş vermişliğini gördü aynadaki siluetinde… Son “Aman be unut gitsin.” diyen dudaklarını… Çaresizce durduramadığı gözyaşlarını… Gözlerindeki ahlaksız, yalancı umursamazlığı… Son kez…

Hâlbuki ne kadar sakindi gökyüzü, elleri hatta yüreği… Sessizliği fırsat bilip kalp atışlarına kulak vermek istedi bir an. Hani uzun zaman önce dinlemeyi bıraktığı, hayatındaki arbedelerden suskun bıraktığı yüreği… O da tasını tarağını toplamıştı işte tıpkı hayatındaki diğerleri gibi… Geride ne çoklarını bırakmıştı, ne çoklarını unutmuş, ne çoklarına yol vermişti, ne çoklarını çıkmaz sokaklara sokmuştu, ne çoklarına duvar örmüştü, ne çoklarını güneşsiz bırakmıştı.

Hâlbuki ekmeğiydi, aşıydı, ışığıydı, merhemiydi onlar…

Yarasına sarılmayı seçti… Kan, revan içinde kalmayı reva gördü kendine… Yüreğini bile susturması bundandı… Irakları yuvası bildi… Gözbebeği bile uzaktı ona… Şimdi aynada gördüğünün kim olduğunu anlamaya, onu tanımaya çalışıyordu… Yarası kanamıyordu artık… İyileştirme ümidi kalmamıştı… Kangren olmuş, kesip atmıştı… Şimdi ne olacaktı? Aynadaki kendisi bile yabancıyken ona,  uzak durmak isterken ondan, hayatındaki boşlukları nasıl dolduracaktı? Geride bıraktıklarına sesini nasıl duyuracaktı? İnsana dair duyguları bile yok saymıştı… Ne çirkin kalmıştı onlarsız… İnsanı insan yapan değerleri küçük görmeyi ne kötü yakıştırmıştı kendine… Tanıdığı tek duygu hasretti… Diğerlerini itmişti elinin tersiyle… Onlara nasıl affettirecekti kendini?  Belki bir çocuğun gözlerinde bulacakları güveni, belki yaşlı bir çiftin buluşan ellerinde bulacaktı vefayı, belki bir annenin göğsünde bulacaktı şefkati, belki umarsızca kanat çırpan bir kuşta bulacaktı özgürlüğü, belki bir idam mahkûmunun son isteğinde bulacaktı umudu, belki çakan bir şimşekte bulacaktı korkuyu, belki gökkuşağında bulacaktı mutluluğu… 
Kim bilir, belki… Belki bir gün olsun şafak onun için sökecekti, belki yıldızlar onun için parlayacak, yağmur onun için yağacaktı… 
Kim bilir… 
Belki…

1 Ekim 2012 Pazartesi

OYUNBAZ


Birbirinden destek alarak yürüyebilen yaşlı bir çiftin, kışlık yiyecek yapmalarındaki umut gibiydi hayatla aramdaki…

Kaçamak dövüşler, sahte serzenişler…

Sık sık oyunlar oynardı benimle… En sevdiği oyun da “Tutmasaydım düşecektin.” olurdu. En sonunda çatardım kaşlarımı, büzerdim titreyen dudaklarımı… “Düşseydim.” Derdim. “Düşseydim ya yeter artık!” “Vursaydın en dibe!”

Sonra çapraz sorguya maruz kalırdım… Sonunda itiraf ederdim gerçeği…

Yok, düşmeyi göze alamazdım… Belki bir şımarıklıktı geçmiş günlerden alışkanlık kalan, belki blöftü tüm hınzırlığımla dudaklarıma takılan…

Ardından tüm umut ettiklerimden kaçışım başlardı…

Yeni oyunumuzun adı belli… “Yakalamaç.”

Ebelenmekten çok korkardım… İşin ilginç tarafı rüzgâr bile ters yönden eserdi bedenime… Tüm gücümle koşardım…

Ama…

Hayatla aramdaki hangi oyundan galip çıkmıştım ki!

Sonra sessiz bir kabulleniş… Tam anlamıyla öğrenilmiş çaresizlik… En ıssız kuytuya çekilip acımasız bekleyiş…  Sonunda tüm oyunlarda fasulye haline istekli geçiş…