16 Eylül 2013 Pazartesi

KÜLLERİNDEN DOĞABİLMEK

Başınıza gök taşı düşmüş olabilir, şu dünyadaki en büyük talihsizlikle karşı karşıya kalabilir, en büyük acılarla sınanabilir, evrenin en bahtsızı olabilirsiniz. 

İçiniz paramparça olmuş olabilir, yaşama dair tüm umutlarınız elinizden alınmış da olabilir. Hatta neden ben diye kafanızı duvardan duvara da vurabilirsiniz.

Gözyaşlarınız dahi size ihanet edip bir daha akmayabilir. Yüreğinizin taşlaştığına ve güzele dair tüm duygularınızın buhar olduğuna da şahit olabilirsiniz.

Ama unutmayın...

Sizin dışınızda bir hayat var ve tüm insanlık sizin yaşadıklarınızdan habersiz hayatına devam ediyor. Onlar mutlular. En azından sizin yaşadığınız talihsizlikleri şu an için yaşamıyorlar. Sizin bu acıları böylesine tecrübe etmeniz ne kadar içler acısıysa onların bu sıradan hayatından şikâyetçi olmaları da bir o kadar doğal. "Nasıl?" diyorsunuz belki de "Nasıl gülebilirler, nasıl bu umursamaz kahkahaları atabilirler?" Unutmayın bir zamanlar -çok geride kalmış gibi gelse de- siz de sahiptiniz o umursamaz kahkahalara...

Çok şey istemediniz belki hayattan... Çok masumcaydı yaşamayı hak ettikleriniz... Evrenin bir çarkı var... Sizin müdahaleniz dışında dönüyor. Yaşamanız gerektiği için yaşadınız, yaşıyorsunuz. Kim bilir belki o çark bir gün sizin mutluluğunuz için dönecek. Böyle olmayacağını kim bilebilir? Belki çok geç olacak size göre... Belki tükendiğiniz anda küllerinizden yeniden doğacaksınız. Ama her şeye rağmen, belki de o gün her şeyi geride bırakıp o sıradan mutluluğunuza kucak açacaksınız.

O zaman şöyle demek doğru olmaz mı? Her şeye rağmen bir "umut" var. Her şeye rağmen geç kaldığınızı düşündüğünüz o anları yaşama ihtimaliniz var.

Evet, belki size göre çok geç kaldı; ama bana göre hiç gelmemesinden iyiydi...

17 Nisan 2013 Çarşamba

BOŞLUKLAR


Ey gönül…

İçindeki doldurulmaz boşluğun kenarında dolaşıp durma… Uçurum olur oralar sana… Her defasında takılıp düşersin… Yaralarını sarmaya ilaç da bulamazsın…

Sen en iyisi o boşluğa sığınmayı öğren…

Kabul et, o boşluk asla dolmayacak ve sen orada yaşamak zorundasın… Ne görmezden gelebilirsin ne de yok sayabilirsin…

Düzlüklere alışmış benliğine söz geçir artık,  savaşmasın… İsyan etmek işe yaramaz…

Sessizce sarıl o boşluğa…

Unutma, senin huzurun artık dipsiz bir kuyuda...


12 Nisan 2013 Cuma

SAHTE IŞIKLAR



     Tırmandı, tırmandı...
     Vazgeçmeden, bir an dahi soluklanmadan tırmandı...
     Elleri ve ayakları esrarengiz bir uyum içindeydi. Ne zaman başlamıştı hatırlayamadı bir an bu zorlu yolculuğa... Düzlüktü halbuki yolu.. Yola çıkarken hiçbir teçhizat almayı düşünmedi bile. En şık ayakkabılarını, en gösterişli elbisesini giymişti; kırmızı ruju bile dudaklarındaydı. Pırlantalarını eksik etmemişti zarif boynundan...
     Bir anda burada bulmuştu kendini... Şaşırmadı değil aslında... Ne işi vardı ki onun burada? Gözü kör edecek kadar ışıklı salonlara alışıktı o...
     Aşağıya bakmaya cesaret edemedi... Ne kadar yüksekteydi acaba? Kendini boşluğa bırakmaktan korktu... Aşağı bakmaya cesareti olmasa da yukarı bakabildi. Ne kadar yolunun kaldığını merak ediyordu... Zirveyi seçemediğini hissetti... Sis kaplamıştı her yeri... Elleri kan içindeydi... Keşke tahmin edebilseydi bu yolculuğu... Parlak ışıklar kör etmişti kesin onu....
     Hangi hayatı gerçekti acaba? Hangisini yaşıyordu şu anda? Hangisini tercih ederdi seçim hakkı olsaydı?
     Bir an bir şeyler belirmişti zihninde... Evet, evet... Geliyordu işte bir bir tüm gerçekler... Aşağıya, en aşağıya yalnız gelmemişti... O salon arkadaşları yanındaydı halbuki.. "Hadi!" dediler, "Bir çılgınlık yapalım! Birlikte tırmanalım bu zirveyi. Hem birlikte olursak zorluklarla baş edebiliriz, daha da güçleniriz." Peki, şimdi neredeydiler? Sağına soluna baktı ümitle... Kimse yoktu. Beni yalnız bırakmamışlardır, dedi tüm yüreğiyle... Onlar benim dostum. Telaşlandı bir an... Düşmüş olma ihtimalleri geldi aklına. Neden bir şeyler yapmadım onlar için diye hayıflandı, kızdı kendine.
     Aşağıdaki hayatları ne güzeldi halbuki... Hep eğlence, hep gülmece... Zorluk nedir tanımazlardı bile. Hep bir aradaydılar, hiç yalnız kalmazdı, dostları her daim yanındaydı.. İnanıyordu onlara... Bu zamana kadar hep böyle olmamış mıydı? Yok yok, dedi kendi kendine... Mutlaka buralarda bir yerlerdedirler. Çaresizce bakındı durdu çevresine. Yoklardı... Yüreği paramparçaydı, dostları için kaygı doluydu tüm benliği.
     Aşağıya bakmaya cesaret etmeliydi. Kesin düşmüşlerdi... Bedenlerini paramparça görmeye dayanabilecek miydi? "Neden? Neden?" diye isyan etti... Ne güzel yaşarken niye buradayım? Niye bu zorlu yolculuğa adım attım? Hiçbir hazırlığım yokmuş meğer... Neden düşünemedim hazır olmadığımı? Artık bunlarla kaybedecek vakti yoktu. Ucunu bile göremediği bir zirvenin bilmediği bir noktasındaydı... Sabitlemişti kendini. Gücünün tükendiğini hissediyordu. Kolları ve ayakları acı çığlıklar atıyordu.
     Derin bir nefes aldı... Dostlarının parçalanmış bedenlerini görecek olmanın anlatılmaz sızısı içindeydi. Son bir kez daha nefes alıp aşağı baktı.
İçindeki çocuk, salya sümük ağlıyordu... İçindeki bilgiç, sen bunu hak ettin, diyordu... Aldatılmışlık duygusuyla baş etmeye çalışırken içindeki insanlara kulak tıkamak istiyordu. Silkelenmesi gerektiğinin farkındaydı...
     Dostlarının orada öyle ne işi vardı? Neden o sahte(!) kahkahaları atıyorlardı? Neden işaret parmaklarıyla onu gösterip "Aptal!" diye bağırıyorlardı?
     Nerede yanlış yaptığını bulmaya çalıştı... Buldu da sonunda... Yaşamının hep dümdüz olacağına inandırmıştı kendini... Hayatındakileri de seçme gereği duymamıştı... Ne gereği vardı ki, yürüdüğü ışıklı yolda hep yanındalardı nasıl olsa...

     Asıl hayatının şu anda yaşadığı hayat olduğunu kanıksadığı anda söndürdü tüm ışıklarını...

5 Mart 2013 Salı

SAHİPSİZ CÜMLELER


Sabırsızdı...

Hep böyle olmuştu... Otobüs durağında, market kuyruğunda, güneşin doğuşunda, mehtabın çıkışında hep sabırsız davranmıştı… Bunu kabul etmişti kendi benliği ama hayallerine sabırsız davranmak da ne demek oluyordu şimdi? Neden hayallerinin gerçeğe dönüştüğünü gördüğü anda yazmamıştı sanki şimdi tuz buz olan o yazısını?

O yazının bu denli canını yakacağını bilseydi yazar mıydı? O kelimeleri yan yana getirir miydi? Henüz sahip olamadan sevinç çığlıklarını duyurabilir miydi cümlelerinin? Kaleminden dökülenlerin bu denli anlamsız hale geleceğini tahmin edebilir miydi?

Sabırsızdı… Zamanı ileri alabilseydi alırdı… Bir an bile düşünmezdi… Öylesine hasretle bekledi ki, öylesine aç, susuz kaldı ki hayallerine… Bir an bile durmak istemedi artık… Duramadı belki de… Nasıl olsa bir gün, er ya da geç gerçekleşecekti hayalleri… Ne vardı sanki şimdiden göz kırpsaydı mutluluklarına, yaşayacağı o güzel günlere… Nasıl olsa şafak saydığı hayallerine bir gün sımsıkı sarılacaktı… Hiçbir şeye bu denli inanmamıştı... İnanmak istememişti…

Ve bir gün inandıkları paramparça oldu… Ayağından saç teline kadar dondu kaldı… Ne yapacaktı o umutlarını şimdi? Hangi teselli cümlesi merhem olacaktı kanayan hayallerine?

Hangi eller yırtıp atabilecekti o sahipsiz cümleleri… 

7 Şubat 2013 Perşembe

KADERİNİZ


          Siz kimin kaderisiniz ya da kim sizin kaderiniz? Durun durun sormadım farkındaysanız kadere inanır mısınız diye… Çünkü herkesin mutlaka ama mutlaka (adını kader koymuştur ya da başka bir şey) hayatının mutlak hakimi olmadığına inandıran olaylar, kimseler olmuştur. Hayatının bir şekilde birileriyle kesiştiği, yaşamının akışını kontrolünden çıkarmak zorunda kaldığı dönemler ya da anlar… Bazılarıyla nedenini bir türlü bulamasak da yan yana kalmak zorunda hissettiğimiz zamanlar.

          Her zaman sahip olduklarımız yakın tutmaz bizi diğerleriyle bazen eksikliklerimiz de yakın tutar bizi birbirimize... İşte sahip olduklarımız ya da olamadıklarımız kaderin bir ağı mıdır?

          Yaşamımıza dahil olan hiçbir şeyin sebepsiz olmadığına inananlardanım... Bir döngünün içindeyiz belki de kim bilir… Sebepsiz değil hiçbir şey... Yeşilçam filmlerini izlerken hangimiz "Yok artık! Bu kadar da olmaz" demedi? Sonra hayat bize oyunlarını bir bir, itinayla oynarken hangimizin suratında o şaşkın ifade belirmedi? Hayatımızdaki o zinciri kırmaya çalıştıkça daha da düğümlemekten başka bir işe yaradık mı ya da her şey bitti artık dediğimiz ve tüm ümidimizin üzerine bir avuç toprak da bizim attığımız zamanlarda yine kader ağlarını örmedi? Hadi, şöyle bir düşünün siz de o anda benim gibi kaderin zafer çığlıklarını duymadınız mı?

          
          Evet, ben de birçokları gibi yaşamımızda mücadeleden asla vazgeçmemeliyiz diyorum; fakat kaderin çizgisinden sapamayacağımız anlar olduğuna inanmamızın yersiz de olmayacağını yüksek sesle fısıldıyorum.

22 Kasım 2012 Perşembe

SONSUZLUĞUNUZ


Sonsuzluğun tanımını hangi cengâver yapabilir acaba? Hangi özgüven sahibi insan çıkıp ben söyleyebilirim sizlere diyebilir? Ya da hangi insanın tüm işgüzarlığıyla açıklamaya çalıştığı sonsuzluk, bir kavram olmaktan çıkıp gerçek hayatta yerini bulabilir?

Beyin fırtınası yapalım gelin sizlerle…

Sonsuzluk bir inanış mıdır?

Sonsuzluk yaşamda bizi var eden duygularımız mıdır?

Sonsuzluk para mıdır?

Sonsuzluk düşüncelerimiz midir?

Sonsuzluk mahzenlere sakladığımız sırlarımız mıdır?

Sonsuzluk anılarımız, sonsuzluk çocukluğumuz mudur?

Sonsuzluk nedir?

Peki,

Hangi inanışa hayatınızın her anında sıkı sıkı sarılabildiniz? En mutlu anınızda inandıklarınız geldi mi aklınıza her zaman? Belki çoğu zaman zor anlarınızda kucakladınız onları…

Hangi duygunuz her daim yüreğinizde aynı sıcaklık ya da soğuklukla barınabildi?

Hangi para sağlığın yerini alabildi?

Hangi düşünceniz her çağa ayak uydurabildi?

Hangi sırrınız mahzeninden çıkıp kulaklara aşina, dillere pelesenk olmadı?

Hangi anınız yaşandığı zamanki kadar sevinç çığlıkları attırabildi ya da acıtabildi?

Hangi çocukluk büyümek için çaba sarf etmedi?

Tüm bunlara rağmen, yine de sonsuzluğun olduğuna inanmak ister insanoğlu… Hatta kendisinin, sevdiklerinin de sonsuz olacağına…

Bu yüzden şairin de dediği gibi, çok sahiplenmeden yaşayacaksın hayatı… 

Her şeyin bir sonunun olduğunu bilincin biraz ötesine gizleyip sonsuzluğun sana göz kırptığına inanmış gibi yaparak yaşayacaksın belki de…

14 Kasım 2012 Çarşamba

İSYAN ZAMANLARINDA...


İsyan zamanlarım oldu benim. Tıpkı sizlerin de olduğu gibi... Kime, neye isyan ettiğimi bilmeden hıçkıra hıçkıra ağladığım zamanlar... Ağız dolusu küfrettiğim, tırnaklarımı avuçlarıma gömdüğüm, bir günah keçisi ilan edip onu duvardan duvara vurduğum zamanlar...
En acımasız, en kızgın, en ağlamaklı, en çaresiz, en bencil zamanlar... Ardından hayatındaki her şeyi iyileştirme çabasına giriştiğin zamanlar...
İşte o zamanlarda tüm ertelediklerinin bedeli çıkar bir bir önüne... Geç kalmışlıklarına yanar durursun...
Günahkar ruhun affettirmeye çalışır sonra sana kendini... Bakar ki çok eksik kaldın her şeye, bari uçurumun kenarına attığım benliği kurtarayım der kendi kendine....

Topal bıraktığı tüm değerlerine koltuk değnekleri verir...  "Hadi." der, "Yarınlara bıraktığım her şeyi bugüne taşımamız lazım..."

Umut serzenişte bulunur ilk... Ardından güven, sonra mutluluk, sonra sevgi, sonra...
Artık dilediğimizce koşamayız, sana yetişemeyiz... İstediğimiz bir tepeye çıkıp da kendimizi özgürlüğe bırakamayız...
Yıldızlarla seksek, güneşle körebe oynayamayız...
Yani anlayacağın artık senin kanatlarına rüzgar olamayız...

Bu yanıt karşısında hanginiz dönüp gitmediniz? Hanginiz olmuşla ölmüşe çare yok deyip tekrar boşvermişliklerinize sarılıp ısınmaya çalışmadınız?

Üşüyen ruhu ne yapsanız savrukluklarla ısıtamazsınız...
Isıtamayız...
Isıtamam...