Başınıza gök taşı düşmüş olabilir, şu dünyadaki en büyük talihsizlikle karşı karşıya kalabilir, en büyük acılarla sınanabilir, evrenin en bahtsızı olabilirsiniz.
İçiniz paramparça olmuş olabilir, yaşama dair tüm umutlarınız elinizden alınmış da olabilir. Hatta neden ben diye kafanızı duvardan duvara da vurabilirsiniz.
Gözyaşlarınız dahi size ihanet edip bir daha akmayabilir. Yüreğinizin taşlaştığına ve güzele dair tüm duygularınızın buhar olduğuna da şahit olabilirsiniz.
Ama unutmayın...
Sizin dışınızda bir hayat var ve tüm insanlık sizin yaşadıklarınızdan habersiz hayatına devam ediyor. Onlar mutlular. En azından sizin yaşadığınız talihsizlikleri şu an için yaşamıyorlar. Sizin bu acıları böylesine tecrübe etmeniz ne kadar içler acısıysa onların bu sıradan hayatından şikâyetçi olmaları da bir o kadar doğal. "Nasıl?" diyorsunuz belki de "Nasıl gülebilirler, nasıl bu umursamaz kahkahaları atabilirler?" Unutmayın bir zamanlar -çok geride kalmış gibi gelse de- siz de sahiptiniz o umursamaz kahkahalara...
Çok şey istemediniz belki hayattan... Çok masumcaydı yaşamayı hak ettikleriniz... Evrenin bir çarkı var... Sizin müdahaleniz dışında dönüyor. Yaşamanız gerektiği için yaşadınız, yaşıyorsunuz. Kim bilir belki o çark bir gün sizin mutluluğunuz için dönecek. Böyle olmayacağını kim bilebilir? Belki çok geç olacak size göre... Belki tükendiğiniz anda küllerinizden yeniden doğacaksınız. Ama her şeye rağmen, belki de o gün her şeyi geride bırakıp o sıradan mutluluğunuza kucak açacaksınız.
O zaman şöyle demek doğru olmaz mı? Her şeye rağmen bir "umut" var. Her şeye rağmen geç kaldığınızı düşündüğünüz o anları yaşama ihtimaliniz var.
Evet, belki size göre çok geç kaldı; ama bana göre hiç gelmemesinden iyiydi...
Öğrenilmiş Çaresizlik
16 Eylül 2013 Pazartesi
17 Nisan 2013 Çarşamba
BOŞLUKLAR
Ey
gönül…
İçindeki
doldurulmaz boşluğun kenarında dolaşıp durma… Uçurum olur oralar sana… Her defasında
takılıp düşersin… Yaralarını sarmaya ilaç da bulamazsın…
Sen
en iyisi o boşluğa sığınmayı öğren…
Kabul
et, o boşluk asla dolmayacak ve sen orada yaşamak zorundasın… Ne görmezden
gelebilirsin ne de yok sayabilirsin…
Düzlüklere
alışmış benliğine söz geçir artık, savaşmasın… İsyan etmek işe yaramaz…
Sessizce
sarıl o boşluğa…
Unutma, senin huzurun artık dipsiz
bir kuyuda...
12 Nisan 2013 Cuma
SAHTE IŞIKLAR
Tırmandı,
tırmandı...
Vazgeçmeden,
bir an dahi soluklanmadan tırmandı...
Elleri
ve ayakları esrarengiz bir uyum içindeydi. Ne zaman başlamıştı hatırlayamadı
bir an bu zorlu yolculuğa... Düzlüktü halbuki yolu.. Yola çıkarken hiçbir
teçhizat almayı düşünmedi bile. En şık ayakkabılarını, en gösterişli elbisesini
giymişti; kırmızı ruju bile dudaklarındaydı. Pırlantalarını eksik etmemişti
zarif boynundan...
Bir
anda burada bulmuştu kendini... Şaşırmadı değil aslında... Ne işi vardı ki onun
burada? Gözü kör edecek kadar ışıklı salonlara alışıktı o...
Aşağıya
bakmaya cesaret edemedi... Ne kadar yüksekteydi acaba? Kendini boşluğa
bırakmaktan korktu... Aşağı bakmaya cesareti olmasa da yukarı bakabildi. Ne
kadar yolunun kaldığını merak ediyordu... Zirveyi seçemediğini hissetti... Sis
kaplamıştı her yeri... Elleri kan içindeydi... Keşke tahmin edebilseydi bu
yolculuğu... Parlak ışıklar kör etmişti kesin onu....
Hangi
hayatı gerçekti acaba? Hangisini yaşıyordu şu anda? Hangisini tercih ederdi
seçim hakkı olsaydı?
Bir an
bir şeyler belirmişti zihninde... Evet, evet... Geliyordu işte bir bir tüm
gerçekler... Aşağıya, en aşağıya yalnız gelmemişti... O salon arkadaşları
yanındaydı halbuki.. "Hadi!" dediler, "Bir çılgınlık yapalım!
Birlikte tırmanalım bu zirveyi. Hem birlikte olursak zorluklarla baş
edebiliriz, daha da güçleniriz." Peki, şimdi neredeydiler? Sağına soluna
baktı ümitle... Kimse yoktu. Beni yalnız bırakmamışlardır, dedi tüm
yüreğiyle... Onlar benim dostum. Telaşlandı bir an... Düşmüş olma ihtimalleri
geldi aklına. Neden bir şeyler yapmadım onlar için diye hayıflandı, kızdı
kendine.
Aşağıdaki
hayatları ne güzeldi halbuki... Hep eğlence, hep gülmece... Zorluk nedir
tanımazlardı bile. Hep bir aradaydılar, hiç yalnız kalmazdı, dostları her daim
yanındaydı.. İnanıyordu onlara... Bu zamana kadar hep böyle olmamış mıydı? Yok
yok, dedi kendi kendine... Mutlaka buralarda bir yerlerdedirler. Çaresizce
bakındı durdu çevresine. Yoklardı... Yüreği paramparçaydı, dostları için kaygı
doluydu tüm benliği.
Aşağıya
bakmaya cesaret etmeliydi. Kesin düşmüşlerdi... Bedenlerini paramparça görmeye
dayanabilecek miydi? "Neden? Neden?" diye isyan etti... Ne güzel
yaşarken niye buradayım? Niye bu zorlu yolculuğa adım attım? Hiçbir hazırlığım
yokmuş meğer... Neden düşünemedim hazır olmadığımı? Artık bunlarla kaybedecek
vakti yoktu. Ucunu bile göremediği bir zirvenin bilmediği bir noktasındaydı...
Sabitlemişti kendini. Gücünün tükendiğini hissediyordu. Kolları ve ayakları acı
çığlıklar atıyordu.
Derin
bir nefes aldı... Dostlarının parçalanmış bedenlerini görecek olmanın
anlatılmaz sızısı içindeydi. Son bir kez daha nefes alıp aşağı baktı.
İçindeki
çocuk, salya sümük ağlıyordu... İçindeki bilgiç, sen bunu hak ettin, diyordu...
Aldatılmışlık duygusuyla baş etmeye çalışırken içindeki insanlara kulak tıkamak
istiyordu. Silkelenmesi gerektiğinin farkındaydı...
Dostlarının
orada öyle ne işi vardı? Neden o sahte(!) kahkahaları atıyorlardı? Neden işaret
parmaklarıyla onu gösterip "Aptal!" diye bağırıyorlardı?
Nerede
yanlış yaptığını bulmaya çalıştı... Buldu da sonunda... Yaşamının hep dümdüz
olacağına inandırmıştı kendini... Hayatındakileri de seçme gereği duymamıştı...
Ne gereği vardı ki, yürüdüğü ışıklı yolda hep yanındalardı nasıl olsa...
Asıl
hayatının şu anda yaşadığı hayat olduğunu kanıksadığı anda söndürdü tüm
ışıklarını...
5 Mart 2013 Salı
SAHİPSİZ CÜMLELER
Sabırsızdı...
Hep
böyle olmuştu... Otobüs durağında, market kuyruğunda, güneşin doğuşunda,
mehtabın çıkışında hep sabırsız davranmıştı… Bunu kabul etmişti kendi benliği
ama hayallerine sabırsız davranmak da ne demek oluyordu şimdi? Neden hayallerinin
gerçeğe dönüştüğünü gördüğü anda yazmamıştı sanki şimdi tuz buz olan o
yazısını?
O
yazının bu denli canını yakacağını bilseydi yazar mıydı? O kelimeleri yan yana
getirir miydi? Henüz sahip olamadan sevinç çığlıklarını duyurabilir miydi
cümlelerinin? Kaleminden dökülenlerin bu denli anlamsız hale geleceğini tahmin
edebilir miydi?
Sabırsızdı…
Zamanı ileri alabilseydi alırdı… Bir an bile düşünmezdi… Öylesine hasretle
bekledi ki, öylesine aç, susuz kaldı ki hayallerine… Bir an bile durmak
istemedi artık… Duramadı belki de… Nasıl olsa bir gün, er ya da geç
gerçekleşecekti hayalleri… Ne vardı sanki şimdiden göz kırpsaydı
mutluluklarına, yaşayacağı o güzel günlere… Nasıl olsa şafak saydığı
hayallerine bir gün sımsıkı sarılacaktı… Hiçbir şeye bu denli inanmamıştı... İnanmak
istememişti…
Ve bir gün inandıkları paramparça oldu… Ayağından
saç teline kadar dondu kaldı… Ne yapacaktı o umutlarını şimdi? Hangi teselli
cümlesi merhem olacaktı kanayan hayallerine?
Hangi
eller yırtıp atabilecekti o sahipsiz cümleleri…
7 Şubat 2013 Perşembe
KADERİNİZ
Siz kimin kaderisiniz ya da kim sizin kaderiniz? Durun durun sormadım farkındaysanız kadere inanır mısınız diye… Çünkü herkesin mutlaka ama mutlaka (adını kader koymuştur ya da başka bir şey) hayatının mutlak hakimi olmadığına inandıran olaylar, kimseler olmuştur. Hayatının bir şekilde birileriyle kesiştiği, yaşamının akışını kontrolünden çıkarmak zorunda kaldığı dönemler ya da anlar… Bazılarıyla nedenini bir türlü bulamasak da yan yana kalmak zorunda hissettiğimiz zamanlar.
Her zaman sahip olduklarımız yakın tutmaz bizi diğerleriyle bazen eksikliklerimiz de yakın tutar bizi birbirimize... İşte sahip olduklarımız ya da olamadıklarımız kaderin bir ağı mıdır?
Yaşamımıza dahil olan hiçbir şeyin sebepsiz olmadığına inananlardanım... Bir döngünün içindeyiz belki de kim bilir… Sebepsiz değil hiçbir şey... Yeşilçam filmlerini izlerken hangimiz "Yok artık! Bu kadar da olmaz" demedi? Sonra hayat bize oyunlarını bir bir, itinayla oynarken hangimizin suratında o şaşkın ifade belirmedi? Hayatımızdaki o zinciri kırmaya çalıştıkça daha da düğümlemekten başka bir işe yaradık mı ya da her şey bitti artık dediğimiz ve tüm ümidimizin üzerine bir avuç toprak da bizim attığımız zamanlarda yine kader ağlarını örmedi? Hadi, şöyle bir düşünün siz de o anda benim gibi kaderin zafer çığlıklarını duymadınız mı?
Evet, ben de birçokları gibi yaşamımızda mücadeleden asla vazgeçmemeliyiz diyorum; fakat kaderin çizgisinden sapamayacağımız anlar olduğuna inanmamızın yersiz de olmayacağını yüksek sesle fısıldıyorum.
22 Kasım 2012 Perşembe
SONSUZLUĞUNUZ
Sonsuzluğun tanımını hangi cengâver
yapabilir acaba? Hangi özgüven sahibi insan çıkıp ben söyleyebilirim sizlere
diyebilir? Ya da hangi insanın tüm işgüzarlığıyla açıklamaya çalıştığı
sonsuzluk, bir kavram olmaktan çıkıp gerçek hayatta yerini bulabilir?
Beyin fırtınası yapalım
gelin sizlerle…
Sonsuzluk bir inanış mıdır?
Sonsuzluk yaşamda bizi var
eden duygularımız mıdır?
Sonsuzluk para mıdır?
Sonsuzluk düşüncelerimiz midir?
Sonsuzluk mahzenlere
sakladığımız sırlarımız mıdır?
Sonsuzluk anılarımız,
sonsuzluk çocukluğumuz mudur?
Sonsuzluk nedir?
Peki,
Hangi inanışa hayatınızın
her anında sıkı sıkı sarılabildiniz? En mutlu anınızda inandıklarınız geldi mi
aklınıza her zaman? Belki çoğu zaman zor anlarınızda kucakladınız onları…
Hangi duygunuz her daim yüreğinizde
aynı sıcaklık ya da soğuklukla barınabildi?
Hangi para sağlığın yerini
alabildi?
Hangi düşünceniz her çağa
ayak uydurabildi?
Hangi sırrınız mahzeninden
çıkıp kulaklara aşina, dillere pelesenk olmadı?
Hangi anınız yaşandığı
zamanki kadar sevinç çığlıkları attırabildi ya da acıtabildi?
Hangi çocukluk büyümek için
çaba sarf etmedi?
Tüm bunlara rağmen, yine de
sonsuzluğun olduğuna inanmak ister insanoğlu… Hatta kendisinin, sevdiklerinin
de sonsuz olacağına…
Bu yüzden şairin de dediği
gibi, çok sahiplenmeden yaşayacaksın hayatı…
Her şeyin bir sonunun
olduğunu bilincin biraz ötesine gizleyip sonsuzluğun sana göz kırptığına
inanmış gibi yaparak yaşayacaksın belki de…
14 Kasım 2012 Çarşamba
İSYAN ZAMANLARINDA...
İsyan zamanlarım oldu benim. Tıpkı sizlerin de olduğu gibi... Kime, neye isyan ettiğimi bilmeden hıçkıra hıçkıra ağladığım zamanlar... Ağız dolusu küfrettiğim, tırnaklarımı avuçlarıma gömdüğüm, bir günah keçisi ilan edip onu duvardan duvara vurduğum zamanlar...
En acımasız, en kızgın, en ağlamaklı, en çaresiz, en bencil zamanlar... Ardından hayatındaki her şeyi iyileştirme çabasına giriştiğin zamanlar...
İşte o zamanlarda tüm ertelediklerinin bedeli çıkar bir bir önüne... Geç kalmışlıklarına yanar durursun...
Günahkar ruhun affettirmeye çalışır sonra sana kendini... Bakar ki çok eksik kaldın her şeye, bari uçurumun kenarına attığım benliği kurtarayım der kendi kendine....
Topal bıraktığı tüm değerlerine koltuk değnekleri verir... "Hadi." der, "Yarınlara bıraktığım her şeyi bugüne taşımamız lazım..."
Umut serzenişte bulunur ilk... Ardından güven, sonra mutluluk, sonra sevgi, sonra...
Artık dilediğimizce koşamayız, sana yetişemeyiz... İstediğimiz bir tepeye çıkıp da kendimizi özgürlüğe bırakamayız...
Yıldızlarla seksek, güneşle körebe oynayamayız...
Yani anlayacağın artık senin kanatlarına rüzgar olamayız...
Bu yanıt karşısında hanginiz dönüp gitmediniz? Hanginiz olmuşla ölmüşe çare yok deyip tekrar boşvermişliklerinize sarılıp ısınmaya çalışmadınız?
Üşüyen ruhu ne yapsanız savrukluklarla ısıtamazsınız...
Isıtamayız...
Isıtamam...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)