Bir çocuk düşünün… Yeşilliğin
içinde bembeyaz kıyafetiyle durmadan koşuyor. Bir süre sonra aniden duruyor,
nefes nefese kalmış çünkü… Gökyüzüne
bakıyor, gözlerinin maviliği ile gökyüzü buluşuyor. Güneşin sapsarı ışığı “Ben
de buradayım.” diye çığlıklar atıyor… Gözleri kamaşıyor, bir an kapatıyor
gözlerini ve durmadan dönüyor. Yüzünde tarifi imkânsız bir mutluluk var,
nedenini sormak anlamsız; çünkü o ÇOCUK! Ardına kadar açık yüreğinin kapısı… Henüz
büyümedi, kapısını kapatmadı. Kirlenmedi elleri, yüreği... Kirletilmek zorunda bırakılmadı
henüz… Şanslı zamanları yani… Herkes iyi şu anda onun için, herkes
güvenilebilir, herkes onu seviyor, o da herkesi seviyor… Toplumun ağır değer
yargıları sarıp sarmalamadı onu ya da farkında değil… Omuzlarında
taşıyamayacağı yükler yok. Tüm mutluluklar onun, tüm neşeler onunla… En büyük
kahkahalar ona ait… Gözlerinin sevinci alev alev… Kalbinin atışı hep hızlı…
Peki, siz ne zaman büyüdünüz? Ne zaman
büyümek zorunda bırakıldınız? Ne zaman kirlendi ilk defa yüreğiniz? Ne zaman
toplumun ağır değer yargılarının altında ezildiniz? Ne zaman insanlığa dair tüm
güveninizi ve sevginizi yitirdiniz? Ne zaman neşeniz kursağınızda kaldı? Ne zaman
kahkahanız yerini samimiyetsiz bir gülümsemeye bıraktı? Ne zaman kendi
çocukluğunuza uzaktan baktınız? Ne zaman arkanızı döndünüz ona? Ne zaman onun “Hep
yanında kalayım, hiç sesimi çıkarmam, istediğin zaman ortaya çıkarım!”
yakarmalarına kulaklarınızı tıkadınız?
Peki, çağırsanız gelir mi? Dön,
böyle olmuyor… Hep yanımda kal deseniz kulak asar mı dediklerinize?
Her şeye rağmen denemekte fayda
var diyorum… Onun yokluğundaki kaybedişlerimizin yanında bir kum tanesi kalmaz
mı bunun için çaba sarf etmek? Unutmayın, hayallerimiz onun cebinde kaldı,
neşemiz onun gözlerinde, temizliğimiz onun yüreğinde… Hala şansımız var… Hala
onu çağırabilecek kadar temiz bir tarafımız olmalı…
“Mutluluk, farkında olmadan açık bıraktığımız
kapıdan gelir.” (BARRYMORE)
O kapıdan giren çocukluğunuza
kucak açın…