27 Haziran 2012 Çarşamba

DİLİ LAL, KALEMİ BÜLBÜL...


Mavilikler görmüştü gözlerinde… Derinlerinde kaybolduğu mavilikler… 
Yüreğindeki heyecanların rengine boyadığı uçurtması takılmıştı kirpiklerine...
            Söyleyeceği sözler dudaklarında son bulmuştu…
            Aksardı ayağının biri… Hiç takılmadı aksaklığına… Yürümesi yavaştı çoğundan ama hayalleri uçardı durmadan… Bazen yüreği ağır gelirdi beynine… Yetişemezdi hiçbir mantık silsilesi onun haddini bilmezliklerine… Bazen Kaf Dağına çıkardı, bazen okyanusların en dibine akardı… Kimse bilmezdi onun seyyahlığını… Herkesin yanındaymış gibi davrandı çoğu eksik zamanlarda; oysa o kimsenin yanında olamadığının farkındaydı bu anlarda…
           Dili laldı, kalemi bülbül… Ya çizerdi ya yazar…
           Her koşulda kalemiydi onun yürümesini, koşmasını, şakımasını sağlayan...

20 Haziran 2012 Çarşamba

NEFES ALIP DA VEREMEMEK…


Evet, işte o an gelmişti, kelle koltukta savaşma zamanı. Neydi onun kellesini koltuğuna aldırtan? Neydi geç kalmışlıklarına öfke duydurtan?
Geçen bunca zamana hayal kırıklıkları içinde baktı. Zordu böylesi bir hayatta nefes alıp da verememek. İçinde biriktirmişti her şeyi. Neden biriktirmişti? Anahtarını eskilerin kadınları misali sutyeninde sakladı gizli kalmışlıklarının. Kimse görmesin, kimse ulaşamasın istedi. Kimse de görmedi gerçekten. Peki, şimdi ne olmuştu? Neden çırılçıplak kalmıştı. Neden tüm sakladıklarını bir anda ortaya döküvermişti. Çok mu ağır geliyordu ya da sıkılmış mıydı bu saklambaçtan? Gördü belki de birileri, ebeledi hiç vakit kaybetmeden. Ebelendikten sonra zafer çığlıkları attı belki de. Fark edilmişti sonunda. Gözlerinden akan yaşları tanımlayamadı herhalde, neydi o süzülenler, yaş mıydı? İlk defa ağlıyordu, ağlamanın ne demek olduğunu o gün anlayabilmişti, ilk defa duygularını hissediyordu. Çünkü ilk defa çıkarmıştı o saklı kutudan biriktirdiği duygularını… Böyle olmalıydı. Yoksa niye çıkmış olmalıydı ki sığınağından, niye açmış olmalıydı en gizli bahçesini yabanlara? Elini, eteğini çekmişken hayattan, hiç incinmemişken, etliye sütlüye karışmadan yaşarken niye koymuştu artık taşın altına elini? Sığınağında zincirlediği duyguları mı kırmıştı kelepçelerini? Yoksa ne halim varsa göreyim mi demişti?
Biliyordu artık, zordu bu hayatta nefes alıp da verememek…

6 Haziran 2012 Çarşamba

KELİMELER


Başkalarının kelimeleri, bizim kelimelerimiz, benim kelimelerim… Bazen çok sahiplendiğimiz, bazen yabancıymış gibi uzaktan, göz ucuyla baktığımız, bazen de nefret beslediğimiz kelimeler…
Çok hoyratça kullandı insanoğlu onu… Kendi yalnızlığını gizledi onunla, kendi zalimliğine maşa, kendi bencilliğine duvar yaptı, kendi egolarına sürükledi, kanayan yüreğine ilaç olsun, umutsuzluğuna ışık yaksın istedi… Sormadı ona! İnsanoğlunun bitirilmemiş cümlelerinde yer almayı ister miydi acaba? Bitirilmemiş duygularına kalkan olmayı hayal etmiş miydi?  Her daim sürüncemelerde piyon olmayı tercih eder miydi?
Öyle kirlettik ki onu, sevgileri ifade etmede yetersiz bıraktık… İnandırıcılığını yok ettik… En derin duyguları ifade ederken bile bir bakışa, bir dokunuşa ihtiyaç duyduk… Kelimelerimiz güçsüzdü artık çünkü… Yalnızlığımızın, zalimliğimizin, egolarımızın, benciliğimizin, umutsuzluğumuzun ayrılmaz parçası haline getirdik onu…
Büyük ve güzel şeylerin yokluğuyla perçinledik bedenini… Hiç acımadan, bozuk para misali harcadık tüm benliğini...